Published on

Sardunyalar

Hava karanlık değil ama aydınlık da hissetmiyorum. Kalp atışlarımı adımlarıma uydurmaya çalışıyorum. Bazen kalbim bazen de adımlarım hızlanıyor. Biri üstün gelmesin diye çok yoruluyorum, terliyorum. Ne vakit bunu yaşasam çocukluğumdaki çizgilere basmadan yürüme alışkanlığım aklıma gelir. O zaman da bu alışkanlık beni eğlendiriyor gibi görünse de sadece hayatımdaki düzen isteğinden kaynaklıymış. Demek ki istediğim kadar büyüyememişim. Yanlarından geçtiğim renk renk sardunyalar bana selam veriyor ve beni destekliyor; bu hissi tanıyorum. Zaten en başından beri, ne zaman desteğe ihtiyacım olsa benimle konuşurlar. Hatta renklerini de bana göre ayarladıklarına inanıyorum. Mavi olursa umutluyum, sarı olursa huzurluyum, pembe olursa kırılgan, kırmızı destekleyici… Ve şu an yalnızca kırmızı görüyorum. Aralarda belki pembe… Yok, yok pembe değildir o. Pembe olursa istediğim konuşmayı yapamayacağım demek oluyor. Ya yapamazsam? Yeterince kırıcı ve yıpratıcı olmayacak mı zaten? Kalbimin sesini dinlemek için elimden geleni yapıyorum ama tam da şu an arefe pazarında simit almak için gitmiş ve dönüşte annemi bulamamış gibiyim. Her yerden bir ses geliyor ama bu seslerin hangisi doğru, hangisi gerçek, ben duyamıyorum. Sadece köşede kalmış ve bağırmaya dahi mecali yokmuş gibi hissediyorum. Oysa bağırabilirim. Önceki kavgalarımızdan yeterliliğimin gayet farkındaydım. İlk kavgamız… Ben sahile gitmek istiyorum, o evde oturalım diyor. Şu anki ben olsam kalkıp giderim sahilime, gelince de evde otururuz ve ne kavga ne kırgınlık… Ama o zaman her şeyi birlikte yapmak istiyoruz ikimiz de. Acaba sorun bu mu? Şu an tek bir şeyi bile birlikte yapmak istemiyoruz. Belki de şu an kalkıp gitme fikrim, şu anki onu sevmeyen benden geliyor. Ne kadar çok şu an dedim. Bu kadar çok mu önem veriyor muyum ki şu an yaşadığım ana? Oysa en canlı hissettiğim zamanlar onunla birlikte olduğum zamanlardı. O kadar istekliydim ki geçecek her anımıza… Ne oldu da böyle oldu? Beni aldatmış olsa ya da değerlerime hiç kabul edemeyeceğim saldırılarda bulunsa ya da tüm bu kırgınlıklar çocuğum olmuyor diye olsaydı, bu şımarıklıklarımı anlardım. Şımarık mıyım cidden? Kendi kendime söyledim bunu. Demek ki gerçekten şımarık olduğuma inanıyorum. Ya ayrılma fikrinde haksızsam ya şu an görmem gereken pembe sardunyalarsa?

Bir kedi geçiyor önümden. Göz göze geldiğimizde karar veriyor kumaş pantolonuma sürtünmeye. Kumaştan zor temizleniyor tüyler diye işten geldiğinde ona kızdım üç gün önce. Ama en sevdiğim yanlarından biri değil miydi bu? Aldığı kıyafetin gösterişine bakmadan sevdiği şeyleri yapmaktan geri durmaması? İlk kez Ali’nin düğününde oldu bu. Düğünleri

sevemememden kaynaklı uzak duruyorum ortamdan ama Ali çocukluk arkadaşım, yanında olmam lazım. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir kendime gelmem lazım diyorum, boğazı en güzel yerden gören Beykoz’un senenin son modası olan fakat bir iki aya unutulacak konseptleriyle bezenmiş düğün salonundan dışarı çıkıyorum. Deniz ferahlatıyor beni. Sanki ben şurada hüngür hüngür ağlamayayım diye kocaman boğaz seferber olmuş ve benim çıkartmam gereken sesleri, kendi kendine kıyıya vurarak çıkartıyor. Dalgaların sesini dinlerken araya bir mırıltı giriyor. En sevdiği şarkıyı mırıldanarak geliyor. O sırada bilmiyorum tabi en sevdiği şarkı olduğunu. Yalnızca radyolarda rastladığım, adını bir türlü hatırlayamadığım ama duyduğum vakit güvende hissettiğim şarkıyı… Üzerinde orta boy, açık mavi bir elbise var. Yakası tam sevdiği gibi, sırt ve göğüs dekoltesi aynı oranda… Elbisenin etekleri aşağı doğru kabarıklaşıyor, üzerinde mavi, sarı, pembe ve kırmızı renkli sardunya figürleri dümdüz bir elbiseyi renklendiriyor tıpkı hayatımdaki yeri gibi. Ve öyle bir gülümsüyor ki o anda tüm dalgalar yüzüme çarpıyor, elbisedeki sardunyalar tüm duygularımı dışa çıkarıyor. Hem savunmasızım hem de güvendeyim. ‘’İster misin?’’ diyor. Ne olduğunu sadece gözlerine bakarak anlamaya çalışıyorum. Hiçbir şey demeden koyu mavi ve iplerle ayakta duran, ince topuklu ayakkabılarını çıkarıyor. Çok hafif ama bedenine çok yakışan dans figürleriyle hareket ediyor. Yavaştan sıçramaya başlıyor. Bu sıçramalar, çocukluğumdaki çizgilere basmadan yürüme alışkanlığımdakilere benziyor. Uzun zamandır gülümsemediğim şekilde gülüyorum. İçimde hep daha fazlası var ama dışarı çıkan ufak bir tebessüm… Şaşkınım çünkü çok güzel. Tam bu anda, dalgaların vurmasından sebep küçük bir taş oyuğuna birikmiş suya denk geliyor. Elbisenin rengi açık olduğu için suyla birlikte çamur da eteğin ucundan belli oluyor. Az önceki sıçramalar bitti. Eteğine bakıyor. Bana bakıyor. Yine eteğine bakıyor. Sonrasında uzun zamandır rastlamadığım bir tebessüm. Yine atlıyor suyun içine. Ayakları üşüyecek, elbise batacak, insanlar bakacak… Umurunda değil. Tebessüm.

Bizim sokağa da çok yaklaştım, şu köşeden dönünce her şey daha da netleşecek. Kararımdan dönmemem lazım. Bu kararı da iki günde almadım sonuçta. Sadece farklıyız, nasıl ve ne zaman bu denli farklılaştık bilmiyorum ama artık farklıyız. Buraya taşındığımız ilk gün selam verdiğimiz komşumuz kapı önünü süpürüyor. O gün kocaman ve kırmızı bir gülümsemeyle bizi karşılayan kadın, yürüyüşümden olsa gerek beni tanıyıp yüzüme bakmadan başını sallıyor sadece. Yüzü kırmızı yine. Ama sevecenlikten değil, süpürmenin verdiği yorgunluktan. Ama onunla yine aynı sevecen kırmızılıkta selamlaşıyor. Benim kırmızılığım niye farklı? Yoksa biz değil de ben mi değiştim? Kapıyı açmak için anahtarı

arıyorum. Eskiden olsa verdiği o kocaman, seramik anahtarlıktan sebep, anahtarı arama gibi olasılığım yok. Hoş yenisini de almadı bana. Ben de yapıştırmaya çalışmadım. Dış kapıyı açıyorum. Giriş katta oturduğumuzdan sürekli duyduğumuz gıcırtıyı duyuyorum yine. Ayrılınca aynı evde yaşamayacağımızdan bu sesi de duymayacağım. Memnun muyum peki? Bilmiyorum.

Kapının önünde ayakkabıları var. Ayakları, diğer kadınlara göre büyük olduğundan zor bulduğumuz ayakkabıları serilmiş. En başta onlar karşılıyor beni. Şu renkli bağcıkları olan sandaleti özleyeceğim. Onu özleyeceğim. Ama bir karar verdim artık. İyi gelmiyoruz birbirimize. Kapıdan içeri giriyorum. İçeride. En sevdiği şarkıyı mırıldanıyor. Bugün günü iyi geçmiş ve ben berbat edeceğim. Yılları berbat etmekten iyidir. Ya pişman olursam? Ya şu ana dek söylemediğim için pişmansam? Belki o da istiyordur ama söyleyemiyordur. İstese söylerdi. Onu üzeceğim. Hayal kırıklığı olmaktan iyidir. Mutfağın girişinde yeni saksılar var. Markette indirime girmelerine rağmen içindeki çiçeklere bakamamaktan çekindiğim için almaktan vazgeçtiğim saksılar… Nereden biliyor ki? Renkleri sarı, pembe ve kırmızı sardunyalar… Hemen üstünde mavi bir şey arıyorum. Elbisesi değil. Tokası, çorabı, kolyesi… Yok, hiçbir yerde mavi yok. Tebessüme ihtiyacım var. Tebessümüne ihtiyacım var. Geldiğimi duyuyor ama biber doğramaya odaklanmış. Elindeki bıçağı tezgâha yavaşça bırakıp elini kokluyor. Hissediyorum, biber kokusunu elinde istiyor. Tebessüm. Çamurlu suya atlamak istiyorum. Ellerindeki biber pullarını ve ıslaklığı gömleğine sürüyor. Ne de olsa yıkanır, ne çıkar? Buzdolabının görüşümü kapattığı tezgâha doğru ilerliyor. Sadece onu izliyorum. Bir şeyi saklamaya çalışıyor. Kucağında kavramaya da çalışıyor. Merak ediyorum ama donuğum. Gövdesi bana doğru dönüyor. Tebessüm. Kucağında henüz canlanmaya çabalayan mavi sardunya. Tebessüm. Mavi elbisesini mi giydi? Dudaklarında tebessüm. Yavaşça aralanıyor dudakları. Gülümserken konuşmaya çalışması çok güzel. Kendisi çok güzel. Tek bir söz: ‘’İster misin?’’